Kritik Hastada Asit-Baz Bozukluklarına Alternatif Yaklaşım

Klinikte geleneksel olarak asit-baz bozukluklarının yorumu Sorensen’in ortaya koyduğu pH değerlendirmesi ve Henderson-Hasselbalch’in (H-H) PCO2/bikarbonat modeli ile yapılmaktaydı. Ancak bazı hastalarda bu yöntem asit-baz bozukluğunun ağırlığını ve kompleks halini değerlendirmeye ve patofizyolojisini anlamaya yetmemekte. CEACCP 2007’de çıkan bir derleme geleneksel yaklaşımın yetersizliğini ve Stewart‘ın ortaya koyduğu asit-baz dengesine alternatif bir fiziko-kimyasal yaklaşımı incelemekte.

Geleneksel yaklaşımın kısıtlı yönleri
Klasik yaklaşımda pH değeri H iyonlarına bağlıdır. Ama burada pH’a (hidrojen iyon konsantrasyonunun negatif logaritması) H+ değişikliği tamamen yansımamaktadır. H-H eşitliği CO2’in karbonik aside kimyasal hidrasyonunu tarif eder:

pH= pK + log[HCO3-] / çözünmüş CO2

Kan gazını değerlendirirken sadece [H+] ve PCO2’nin direkt ölçüldüğünü akılda tutmak gerekir; [HCO3-] ise H-H denkleminden hesaplanıp verilir. Bu denklemin neyi anlatıp neyi vermediğini düşünelim: Bu eşitlik artan ya da azalan aside bağlı problemlerin sınıflanmasına izin verir. PCO2 ve [HCO3-]’daki birbirleri ile iliskili olan degisimleri dikkatle incelendiginde, kronik ile akut respiratuvar sapmaları ve metabolik asidoz ile metabolik alkalozu ayıran bir karakteristik ayırt edilebilir.

Akut ve kronik asit-baz dengezi bozukluklarında PaCO2 ve [HCO3-]’daki değişiklikler:
Akut respiratuar asidoz HCO3- değişikliği = 0.2 x PaCO2 değişikliği
Kronik respiratuar asidoz HCO3- değişikliği = 0.5 x PaCO2 değişikliği
Akut respiratuar alkaloz HCO3- değişikliği = 0.2 x PaCO2 değişikliği
Kronik respiratuar alkaloz HCO3- değişikliği = 0.5 x PaCO2 değişikliği
Metabolik asidoz PaCO2 değişikliği = 1.3 x HCO3- değişikliği
Metabolik alkaloz PaCO2 değişikliği = 0.75 x HCO3- değişikliği

Buradaki kurallar göz önüne alınarak mikst bozukluklar saptanabilir. Ancak H-H eşitliği metabolik sapmanın şiddetini respiratuar komponentteki gibi gösterememektedir; ayrıca karbonik asit dışındaki asitler hakkında fikir vermemektedir.

Baz fazlası (Base excess, BE)
H-H eşitliğindeki metabolik komponenti ölçme eksikliğini gidermek için BE metodolojisi kullanılmıştır. Var olan hemoglobin (Hb) konsantrasyonunda ve PaCO2 5.33 kPa düzeyinde tutulduğunda, pH değerinin 7.40 olması için bir tam kan örneğine eklenmesi gereken asit veya baz miktarına BE denir.
Hb 15 g/dL olan oksijenlenmiş kanda, pH 7.4 ve PaCO2 5.33 kPa iken BE sıfırdır. Hb kandaki ana tampondur ve BE’i etkiler. Hb 5 g/dL (ekstrasellüler kompartımandaki ortalama Hb değerinin ampirik tahmini) değeri kullanıldığında in vitro ve in vivo BE değeri arasındaki farklılık azaltılabilir. Buna standart BE (SBE) denir; PCO2 değerinden bağımsızdır ve asit-baz bozukluğunun metabolik komponentini belirlemede kullanılabilir. Ancak BE, H-H eşitliği ile ilgili ikinci problemi, yani metabolik asit-baz bozukluğunun mekanizması hakkında fikir vermez.

Anyon açığı (anion gap, AG)
AG metabolik asit-baz bozukluğunun nedenini saptamamıza yardım etmek için ortaya konmuştur. Fizyolojik bir parametreden çok ölçümdeki bir artefakttır.
Elektriksel nötralite için katyon ve anyonlar dengeli olmalıdır:
ölçülmüş anyonlar + ölçülmemiş anyonlar = ölçülmüş katyonlar + ölçülmemiş katyonlar

Rutin ölçülen anyonlar Cl- ve HCO3-, katyonlar ise Na+ ve K+’dur. Serum proteinleri, fosfat, sulfat ve organik anyonlar (özellikle laktat ve keyoasitler) ölçülmeyen anyonlar, Ca++, Mg++, lityum ve immunglobulin G ise ölçülmeyen katyonları oluşturur.
AG esas olarak plasma proteinlerinin, ağırlıklı olarak albuminin negatif yüküne bağlıdır.

AG = (Na + K) – (Cl + HCO3)

Eskiden AG değerinin yukarıda verildiği haliyle 8-16 mmol/L arasında değiştiği kabul edilmekteydi. Yakın zamanda Cl’un daha kesin ölçülmesine bağlı olarak referans sınır 3-11 mmol/L düzeyine düşürülmüştür. Serum proteinlerinin AG değerine ciddi katkısı nedeniyle, hipoalbuminemide olduğundan daha düşük olarak saptanır. AG’nin doğruluğu, albumin için düzeltme yapılıp normal konsantrasyonun 40 g/L olduğu kabul edilerek sağlanabilir:

Albumini düzeltilmiş AG = AG + (0.25 x [40- ölçülen albumin g/L])

Bu formül AG’de ortalama 2.7 mmol/L kadar bir artış sağlar. Ortamda normal dışı olarak bulunan ölçülmemiş katyonların varlığında (örn. İmmünglobulin G ve hiperkalsemi) ve lityum verildikten sonra AG değeri düşebilir.

Alternatif yaklaşım
Bu kantitatif fiziko-kimyasal bakış açısını 1983’de Peter Stewart ortaya koymuştur. Günümüzde kritik hastaların asit-baz bozukluklarını açığa çıkartmak amacıyla ilgi görmektedir.

Temel prensipleri
Biyolojik sıvıların ortak 2 karakteristiği vardır: hepsi akuözdür (su içerikli veya suda çözünen) ve çoğu alkalidir (OH- iyonu H+ iyonundan fazladır).
Stewart’ın çalışması su bazlı solüsyonların bazı temel fiziko-kimyasal özelliklerine odaklanır:
1. Dissosiasyon: Solütün iyonik komponentinin ayrışması. Güçlü iyonlar solüsyonda tümüyle dissosiye olurlar, örneğin sodyumklorür solüsyonu. Diğer maddeler yalnızca kimsen ayrışırlar, örneğin solüsyondaki zayıf asitler hem anyonik dissosiye formda (A-) hem de ayrışmamış formda (HA) bulunurlar.
2. Elektronötralite: Akuöz bir solüsyonda herhangi bir kompartmandaki tüm pozitif yüklü iyonların toplamı negatif yüklü iyonların toplamına eşit olmalıdır. Saf su nötral bir solüsyondur, çünkü içerdiği H+ ve OH- konsantrasyonu eşittir. Bu iyonların konsantrasyonu temperatüre hassas bir dissosiasyon sabiti ile belirlenir.
3. Kütlenin korunması: Eklenmediği, çıkartılmadığı, üretilmediği veya ortadan kaldırılmadığı sürece bir maddenin miktarı sabittir.

Akuöz solüsyonlarda su dissosiasyon yolu ile bitmez bir H+ kaynağıdır; pH değişiklikleri H+’nun oluşum veya uzaklaştırılmasının sonucu değildir. Daha çok diğer bağımsız değişkenlere bağlıdır.
Stewart plazmada, vücut sıvılarının fiziko-kimyasal ortamına girince asit-baz durumunu belirleyen 3 adet matematiksel bağımsız bileşen tanımlamıştır. Bunlar:
1. Karbondioksit
2. Elektrolitler (güçlü iyonlar)
3. Zayıf asitler

CO2 parsiyel basıncı hücresel metabolizmanın CO2 üretimi (veya metabolik asitler tarafından HCO3’ün titrasyonu) ile alveoler ventilasyonla atılan CO2 arasındaki dengeye bağlıdır. Plazmada güçlü katyonlar (esas olarak Na+) güçlü anyonlardan (esas olarak Cl-) fazladır; ölçülen güçlü katyonların ve anyonların toplamı arasındaki fark güçlü iyon farkı (strong ion difference, SID) olarak adlandırılır.

SID = [Na + K + Ca + Mg] – [Cl + laktat]

Bikarbonatın güçlü bir iyon olmadığı dikkate alınmalıdır. SID’in su dissosiasyonuna, dolayısı ile H+ konsantrasyonuna güçlü bir elektrokimyasal etkisi vardır. Sağlıklı insanlarda SID 40-44 mmol/L’dir. Metabolik asidoz SID’de düşme ile oluşur. SID düştükçe (daha az pozitif olur) elektriksel nötraliteyi korumak için su daha fazla dissosiye olur. Serbest H+ iyonu arttığı için pH düşer. Buna karşılık metabolik alkaloz aşırı artmış SID’in sonucudur.
SID’i dengeleyen, yani elektriksel nötraliteyi koruyan negatif yükün kaynağı CO2 ve zayıf asitlerdir; çünkü:
SID – (CO2 + A-) = sıfır

Zayıf asitlerin çoğu protein (ağırlıklı olarak albumin) ve fosfatlardır. ATOT zayıf iyonların total konsantrasyonu (AH + A-) için kullanılan bir kavramdır. Hipoalbuminemi, plazmadan zayıf asitlerin kaybına eşdeğerdir ve hafif alkalinizan etkiye sahiptir; vücut buna SID’i azaltarak uyum sağlar.

Stewart’ın bağımsız değişkenlerinin asidik veya alkalinizan etkileri:
CO2 artışı asidite artar alkalinizan etki azalır
SID asidite azalır alkalinizan etki artar
Albumin asidite artar alkalinizan etki azalır
Fosfat asidite artar alkalinizan etki azalır

SID’i kontrol eden fizyolojik mekanizmalar
Güçlü katyon ve anyonların relatif konsantrasyonunu değiştiren primer organ böbrektir. Böreğin asiditeye müdahalesi klorid dengesi ile olur. Filtre edilen, absorbe edilmeyen her klorid iyonu SID’i arttırır. H+ ekskresyonu durumu etkilemez, zira su bu iyon için tükenmeyen bir kaynaktır. Ancak Cl- ile birlikte ekskrete edildiğinden amonyum (NH4-) sistemik asit-baz dengesi için önemlidir. Amonyum ve glutaminin hepatik üretimi asit-baz dengesini etkiler ve plazma pH’ına duyarlı mekanizmalarca yakından kontrol edilir; hepatik glutaminogenez asidozda stimüle olur. Glutamin böbrekte amonyum yapımı için kullanılır ve böylece klorid ekskrete edilir, dolayısı ile plazmayı alkalinize eden bir etki gösterir.
Gastrointestinal sistemin de SID’e önemli etkisi vardır. Midede plazmadan lümene pompalanır ve SID yükselir; yemeğin başlangıcında gastrik sekresyon yapımı tepe noktada iken alkalinizan etki görülür. Kusma veya aspire edilmek suretiyle gastrik sekresyonun kaybı (Cl- kaybı) metabolik alkaloza yol açar. Pankreas ise SID değeri yüksek, kloridi düşük sıvı salgılar. Büyük miktarda pankreatik sıvı kaybında (cerrahi drenaj) plazma SID’i düşeceğinden asidoz gelişir. İnce barsaklar kloridin çoğunu absorbe ettiğinden kalın barsaklarda SID yüksektir. Ciddi diyarede büyük miktarda katyon kaybedildiğinden plazma SID’i düşer ve asidoz olur.

Stewart eşitlikleri
Asit-baz dengesine yaklaşımını 6 adet bağımsız eşzamanlı denklem ile ortaya koymaktadır:
[H+] x [OH-] = K’w
[H+] x [A-] = Ka x HA
[HA] + [A-] = A
TOT
[H+] x [HCO3-] = Kc X PCO2
[H+] x [CO23-] = Kd x [HCO3-]
SID + [H+] – [HCO3-] – [CO23-] – [A-] – [OH-] = sıfır

Bunlar 3 temel prensibin 3 bağımsız değişken ile birleştirilmesidir. Bu eşitlikler tekrar modifiye edilerek Fencl-Stewart yaklaşımı olarak bilinen 5 eşitlik daha ortaya konmuştur. Sodyum ve kloridin ekstrasellüler SID’in temel bileşenleri ve albuminin ana ekstrasellüler zayıf asit olduğunu dikkate alarak Story ve ark. anormal SBE’in nedenlerini klinikte tanımaya yönelik daha basit bir yaklaşım ortaya koymuşlardır:
1. Kan gazındaki SBE
2. BE üzerine sodyum-klorid etkisi = Na – Cl -38
3. Albuminin etkisi = 0.25 x (42-albumin)
4. Ölçülmemiş iyonların etkisi = SBE – (Na-Cl etkisi) – (albumin etkisi)
Bu yaklaşımla örneğin peroperatif %0.9 NaCl 5-6 L verildikten sonra hastanin asidoza kayacağı kolayca ortaya konulmaktadır.

Sıvılara farklı gözle bakmak
İntravenöz sıvılar ekstrasellüler sıvılar ile bir dengeye gelmekte ve ekstrasellüler alanın SID ve ATOT değerini değiştirmektedir. Verilen sıvının CO2TOT’u bunu etkilememektedir. Başka bir deyişle sodyum bikarbonat preparatlarında metabolik asidozu çözen faktör HCO3- bulunması değil, solüsyondaki yüksek SID (%8.4 NaHCO3 için 100 mmol/L) değeri ve ATOT’un bulunmamasıdır.

Hangi sıvı ?
Yüksek miktarda serum fizyolojik kullanımı metabolik asidoz ile sonuçlanır
. Bu en iyi hipovolemik hastaların resüsitasyonunda dökümante edilmişse de, normovolemik hemodilüsyon ve kardiyopulmoner bypassın da benzeri etki potansiyeli vardır. Mekanizma bikarbonatın dilüsyonu değildir (çünkü bağımlı değişkendir ve kaybı asidoza yol açamaz). Verilen kloridin SID’i düşürmesi (bağımsız değişken) suyun dissosiasyonunu ve buna bağlı H+ mikatarını arttırdığından hiperkloremik metabolik asidoz gelişir. Serum fizyolojikte (%0.9 NaCl) Na ve Cl miktarı eşittir (154 mmol/L), SID sıfırdır. Büyük miktarda infüze edildiğinde total vücut kloridine (normalde ~ 100 mmol/L) etkisi Na’a (normalde ~ 135 mmol/L) oranla daha fazla olmaktadır. Bu etki hipotonik sıvıların (%5 dekstroz, dekstroz-salin) verilmesi ile görülen dilüsyonel asidoz ile karıştırılmamalıdır. Bu durumda hiponatremi sonucu SID düşecektir. Özellikle kritik hastalar stres cevaba bağlı artmış ADH nedeniyle bu tür değişikliklere karşı hassastır.
Hartman solüsyonu (ringer laktat) dengeli bir elektrolit solüsyonudur. SID’i (27) plazmadan düşük olmakla birlikte sıfır değildir. Albuminsiz sıvı transfüzyonuna bağlı ATOT dilüsyonel alkalozuna karşı koyacak kadar plazma SID’ini düşürür. Ağır karaciğer yetersizliği olmadığı sürece içerdiği 29 mmol/L laktat hızla metabolize edilir.
Su kaybına bağlı hipovolemide iyonların total konsantrasyonu değişmese de, sodyum yükselmesi kloridden fazla olacağı için SID artar. Kontraksiyon alkalozunun mekanizması budur. Bu hastalar serum fizyolojik veya bir başka sıvı verildiğinde sıfır SID ile cevap verirler. Bazı metabolik alkaloz tipleri hipokalemi ve total potasyum defisiti ile birliktedir. Bu durumda potasyumklorid verilmesi alkalozu düzeltebilir. Zira potasyum hücreye girer, güçlü anyon olan klorid ise ekstrasellüler alanda kalıp plazma SID’ini azaltır.
Kritik hastalarda sıvı resüsitasyonunda kolloidler sık kullanılır. Çok merkezli, randomize bir seride yoğun bakımda resüsite edilmiş hastalarda % 0.9 NaCl ile %4 albumin kullanımı kıyaslanmış (SAFE çalışması) ve 28 günlük sonuçlar açısından fark gösterilememiştir. Kullanımdaki kolloidlerin hepsi SID’i düşürerek (solüsyonlardaki SID değerleri %4 albuminde 12, haemaccel için 17, gelofusine için 34, pentastarc için ise sıfır) metabolik asidoza yol açma eğilimindedir. Ancak genellikle sıvı resüsitasyonunda daha az volüm gerektirdiklerinden bu etki hafiflemektedir.
Kan alınırken sitrat iyonları ve az miktarda fosfat içeren bir koruyucu (genellikle CPD-A) ile karıştırılır. İçerdiği Na katyonu 1 ünite kanın efektif SID değerine 40 mmol/L ekler. Büyük miktar kan transfüzyonu sonrasında sitrat metabolize olduktan sonra metabolik alkaloz görülmesinin nedeni budur. Ağır karaciğer yetersizliğinde ise sitrat birikeceğinden metabolik asidoz ve hipokalsemi ortaya çıkacaktır.

Güçlü iyon açığı (strong ion gap, SIG)
SIG laktat dışındaki ölçülmemiş anyon miktarını ifade eden bir kavramdır. Miktarı görünen SID (apparent SID, SIDa) ile efektif SID (SIDe) arasındaki fark ile belirlenebilir.

SIDa = (Na + K + Ca + Mg) – (Cl – laktat)
SIDe= CO2 + A-
[çünkü elektronötralite için SID – (CO2 + A-) = sıfır olmalıdır]
SIG = [SID] – [HCO3-] – [albumin-]

SIG normalde sıfırdır, yani karbondioksit ve zayıf asitlerin net negatif yükünü SID’in net pozitif yükü dengelemektedir.
SIG, AG ile aynı şey değildir. AG’nin tahmini değeri SIG + A- toplamı kadardır. Artmış SIG ile beraber metabolik asidoz diyabetik ketoasidozda oluşabilir; SIG plazma keton konsantrasyonu miktarını yansıtır. Metabolik asidozlu kritik hastalarda SIG’in natürü bilinmemektedir. Resüsitasyon öncesi SIG değeri travma hastalarında kan laktatı, pH veya travma ağırlık skorlarından daha iyi mortalite öngörüsü sağlamaktadır.

Klorid sodyum oranı
Cl: Na oranı (normali 0.75-0.79) asit baz bozukluklarında hiperkloreminin rolünü değerlendirmede basit bir kantitedir. Oran yüksekse asiditeyi arttıran etki görülür. Metabolik asidozu olan hastada oran yüksekse, asidozun nedeni hiperkloremidir. Oran normal ve metabolik asidoz varsa mikst asidoz söz konusudur, yani hiperkloremi ve artmış SIG vardır. Oran düşük ve metabolik asidoz varsa SIG artmış demektir. SID’deki iyonlar negatif yüklü olduğundan, katyonlar (K ve Na) sabit kalırsa diğer plazma iyonları (örn. Klorid albumin) elektronötraliteyi korumak için düşmelidir. Klinik olarak doku asitlerinin varlığında hem Cl:Na oranı hem de serum albumini düşecektir.
Metabolik alkalozda Cl:Na oranı genellikle düşüktür. Bu bikarbonat konsantrasyonundaki artıştan çok kloriddeki düşüşe bağlıdır. Örneğin furosemid böbrekten Na’dan çok Cl kaybettirir, sonuçta oran düşer, SID artar ve metabolik alkaloz olur.

Laktik asidoz ve hiperlaktatemi
Hipovolemik şok ve hipoperfüzyon kritik hastalarda laktik asidoza neden olabilir. Hipoperfüzyona bağlı laktat oluşumu SID’i düşürür ve proton yapımını arttırır. Bu ringer laktat solüsyonundaki laktattan farklıdır. RL verilince laktat metabolize olur ve geride Na kalıp SID’i arttırır. Laktik asidoz uzun yıllar survi öngörüsünde kullanılmıştır. Günümüzde gereksiz tedaviyi önlemek için laktik asideminin hiperlaktatemiden (normal pH ve yüksek laktat konsantrasyonu) ayrılması önemlidir. Hiperlaktatemi, ara metabolizmanın arttığı kritik hastalarda ya da renal replasman tedavisi sırasında verilmesi nedeniyle sık görülür ve mutlaka kötü sonuçlara götürecek diye bir kural yoktur.

Antiplatelet Ajanlar ve Anestezi

Antiplatelet (antitrombosit, antiagregan) ajanlar aterosklerotik hastalıkların tedavisinde gittikçe artan bir öneme sahipler… Bu nedenle de anestezi için başvuran hastalarda giderek daha fazla sayıda artan antiplatelet kullanımına şahit oluyoruz. Peki bu ilaçların bizim için anlamı ne? Neler bilmeliyiz? İşte Dr Smart bu ay CEACCP’de yayınlanan yazısında bu konulara değiniyor.

Aspirin:

Aspirinin antiplatelet özelliği siklooksijenaz-1 (COX-1) enzimini bir trombosit yaşam süresi boyunca geri dönüşümsüz olarak inhibe etmesinden kaynaklanıyor. Trombosit dönüşümü günde %10 olarak hesaplandığına göre, aspirin bırakıldığında trombosit fonksiyonlarının normale dönmesi 7-10 gün sonra yeni trombositlerin eskilerin yerini almasıyla mümkün olur. COX-1 aynı zaman da güçlü bir vazokonstriktör ve agregan olan tromboxan A2 (TXA2) yapımında da rol oynamaktadır. Aspirin COX-1 üzerine etkisi COX-2’ye kıyasla 50-100 kat daha fazladır, bu nedenle anti-inflamatuar etkisi için çok daha yüksek dozda alınması gerekir. Aspirin hızlı emilir ve yarı ömrü 15-20 dakika arasındadır. Sağlıklı gönüllülerde tek doz 100 mg aspirin alındıktan 1 saat sonra tromboxan B2 (ki bu aslında TXA2 metabolizma ürünüdür) miktarında %98 azalmaya neden olmaktadır ve trombosit agregasyon bozuklukları 10 gün boyunca devam etmektedir. Uzun süreli tedavi içeren 287 randomize kontröllü çalışmanın meta-analizinde, yüksek riskli hastlarda aspirinin vasküler ölümü %15 ve ölümcül olmayan vasküler olayları (miyokard infarktüsü ya da inme) %30 oranında azalttığı gösterilmiştir.

Dipiridamol:

Dipiridamol hem antiplatelet hem de vazodilatatör özellikleri içeren bir primidoprimidin türevidir. Genelde serebrovasküler hastalıkların tedavisinde aspirin ile beraber kullanılmaktadır. Etkisini fosfodiesteraz inhibitörü olarak intrasellüler cAMP artışı ve trombosit, endotelyal hücreler ve eritrositler tarafından adenozinin geri alınımını inhibe ederek gerçekleştirir. Fosfodiesteraz üzerindeki etkileri nedeniyle cGMP düzeyini arttırır ve lokal nitrik oksit etkilerini potansiyalize eder. Atılımı temel olarak safra üzerindendir ve terminal yarı ömrü ortalama 10 saattir. Tek başına veya aspirin ile kullanılması ile Avrupa İnme Engellenmesi Çalışmasında (European Stroke Prevention Trial (ESPS) ) etkinliği kanıtlanmıştır.

Thienopridinler:

Bu grupta tiklopidin ve klopidogrel bulunmaktadır. Bunların her ikisi de platelet agregasyonunu, trombosit yüzeyinde bulunan 3 ADP reseptöründen biri olan P2Y12 ADP reseptörünü geri dönüşümsüz inhibe ederek , engellemektedir. Araşidonik asit metabolizması üzerinde doğrudan etkileri yoktur. Her ikisi de aktivasyonları için karaciğere ihtiyaç duyan ön ilaçlardır ve trombositopeniye yol açabilirler. Ama tiklopidinin aplastik anemi ve ağır nötropeni meydana getirme potansiyeli daha yüksek olduğu için klopidogrel seçilen ilaç haline gelmiştir. Klopidogrel oral olarak alındığında hızla emilir ve geniş şekilde metabolize edilir. Aktivasyonu için sitokrom P450 sistemi tarafından tiofen halkasının oksidasyonu şarttır. Aktif metabolitinin eliminasyon yarı ömrü 8 saattir ve ADP reseptörü üzerindeki sistein kalıntıları ile geri dönüşümsüz bir disülfit bağı meydana getirerek etkisini gösterir. Maksimum inhibisyon (%50-60) 400 mg’lık bir yükleme dozu ile gerçekleştirildikten sonra daha düşük bir dozla tedavi idame ettirilir. Aspirinde olduğu gibi aktif ilaç yokluğunda trombosit fonksiyonları trombosit infüzyonları ile veya yeni trombosit oluşumunun beklenmesi ile düzeltilebilir.

GP IIb/IIIa reseptör antagonistleri:

GP IIb/IIIa reseptör antagonistleri temel olarak akut koroner sendromların tedavisinde ve perkutan koroner girişimlerde kullanılmaktadır. İlk uyarıdan bağımsız olarak trombosit aktivasyonunun son ortak basamağını engelleyerek etki gösterirler. Abciximab insan-fare monoklonal antikorlarından oluşmaktadır. %50 reseptör tutulumu ile trombosit agregasyonu ciddi şekilde azaltılmakta, %80 reseptör tutulumu ile ise neredeyse tamamen ortadan kalkmaktadır. Kanama zamanı ise ancak reseptör tutulumu >%90 olduğunda uzamaktadır. Yükleme dozunun ardından 12 saat infüzyon yapılmaktadır ve etkiler ilacın reseptöre yüksek affinite ile bağlanmasına bağlı olarak kesildikten 48 saat sonra da devam etmektedir.

Ikili Tedavi:

Aspirin ve klopidogrel antiplatelet olarak sinerjistik etki göstermektedir ve ağır intraoperatif hemoraji ve beklenmedik postoperatif hematom meydana getirebilirler. Şu anda ST elevasyonsuz akut koroner sendromunda, yüksek derecede infarkt riski taşıyan kronik stabil angina lı hastaların tedavisinde ve koroner stentler sonrasında aspirin ve klopidpgrel ile ikili tedavi önerilmektedir. ST segment elevasyonu göstermeyen akut koroner sendromunda tedavi en az 9-12 ay sürdürülmeli, kronik stabil angina da bu tedavi hayat boyu önerilmektedir. Stentler ise biraz daha karışıktır. Balon anjioplasti ile kıyaslandığında metal stentler (bare metal coronary stents; BMS) tekrar tıkanma riskini azaltmaktadır. İlaçlı stentler (Drug-eluting stents; DES) bu ihtimali epitelizasyonu ve neointimal kalınlaşmayı engelledikleri için daha da azaltmaktadırlar. Ancak epitelizasyondaki bu gecikme tromboz riskini arttırmakta ve bu artış stent sonrası 15. aya kadar devam etmektedir. Şu andaki tavsiyeler, BMS’de 4 hafta, DES’de en az 6 ay boyunca ikili tedaviye ara vermemek yönündedir ancak bu konuda daha fazla çalışma yapılması gerekmektedir. Giderek artan kanıtlar bu tedaviye 12 ay boyunca devam yönündedir ( Bkz. Güncel Anestezi Ağustos Makalesi).

Trombosit Fonksiyon Analizi:

Trombosit fonksiyon analizi ilaç etkinliğinin ölçülmesi için önemlidir ancak bu basit bir iş değildir ve yakın zamana kadar bu sadece bir kaç merkezde yapılabilir bir ölçümdü. Şu anda geliştirilmiş olan bir takım trombosit fonksiyon test cihazları ile bu yatak başında yapılabilir hale gelmektedir. İlk kabul edilen trombosit fonksiyon testi 1934’de Duke tarafından gerçekleştirilen kanama zamanı testiydi. Yaylı bir cihaz vasıtasıyla standart derinlik ve genişlikte bir kesi meydana getiriliyor ve tansiyon aleti manşonu 40 mmHg’ya kadar şişiriliyordu. Bir emici kağıt vasıtasıyla kanamanın durduğu zaman değerlendiriliyor ve kanama durana kadar geçen süre kaydediliyordu. Normal süre 2 ila 10 dakika arasındadır. Bu test invazif, yeterince hassas olmayan ve zaman alan bir testtir ancak doğal hemostazı kontrol etmesi ve pahalı teçhizat gerektirmemesi nedeniyle tercih edilebilir.
Trombosit aggrometresi ise altın standarttır ve hem tam kan veya trombositten zengin plazmanın bir takım değişik agonistlerle test edilmesi esasına dayanır. Tipik agonistler arasında araşidonik asit, trombin, ADP, adrenalin, kollajen ve ristosetin bulunmaktadır. Pek çok laboratuarda agonist 37 santigrad derecede trombositten zengin plazma içine bir küvete eklenmekte ve bu kuvet karıştırılmaktadır. Trombosit agregasyonu fotometrede ışık absorbsiyonunda bir artışa neden olmakta ve bu şekilde bir agregasyon eğrisi elde edilmektedir.
Agregometre halen sıklıkla kullanılan bir testtir ancak yapılması için eğitilmiş personel ihtiyacı, işlenmesi için örneğin bir laboratuara taşınması ve bunun ideal olarak örnek alındıktan sonraki 2 saat içinde gerçekleştirilme ihtiyacı kullanımını zorlaştırmaktadır. Hasta başında kullanılabilen bir alet olan PFA-100 bunun üstesinden gelmektedir. Bu alet kollajen-ADP ve kollajen-adrenalin ile kaplanmış zarlarda trombosit agregasyonunu ölçmektedir. Sitratlı tam kan, zardaki 147 mikrometrelik pencereden aspire edilmekte ve böylece yüksek akım şartları yerine getirilmektedir. Alet içinde bir trombosit tıkacı oluşmakta, ve bunun aldığı süre, kapanma süresi trombosit fonksiyonu göstergeleri olarak kullanılmaktadır. Bu test hızlı, kolaydır ve gerçekleştirilmesi için tek kullanımlık kartuşlarla çok küçük miktarda kana ihtiyaç duyar. Benzer hedeflerle geliştirilen monitörler arasında Cone ve platelet analizörü (yüksek akım hızında trombositlerin polistiren plakaya adhezyonunu ölçer), Ultega hızlı trombosit fonksiyon kiti (fibrinojen kaplı boncuklar ve trombosit aktivatörü kullanır) ve Plateletworks (ADP veya kollajen aktivasyonunu kullanır) sayılabilir. Tromboelastogram (TEG) ise tam kan örneklerinde gerçekleştirilen visko-elastik kan pıhtısı testidir ve pıhtılaşma kaskadı, trombosit fonksiyonu, trombosit- fibrin etkileşimi ve fibrinoliz hakkında bilgi verir. Her ne kadar tromboelastogram okumanın genişliği ile trombosit fonksiyonları açısından bilgi verse de fibrinin azaldığı durumlarda bu yanlış değerlendirmeye neden olabilir ve antiplatelet ajanlara bağlı bir disfonksiyonu direkt olarak ölçmeyebilir. Ancak TEG’deki son değişiklikler aspirin ve klopidogrelin etkilerinin ölçülebilmesini sağlamıştır. Trombositler araşidonik asit ve ADP içeren heparinli örneklerde (böylece trombin inhibe olmaktadır) aktivatör F ile karşılaşmakta ve böylelikle elde edilen okuma, ilk işlemsiz okuma ile karşılaştırılmaktadır. Bu şeklilde antiplatelet ajanların etkisi ölçülebilmektedir. Erken çalışmalar agregometre ile anlamlı bir ilişki göstermektedir.

Antiplatelet direnci:

Her ne kadar dipiridamol veya GP IIb/IIIa reseptör antagonistleri için az miktarda veri olsa da, aspirin ve klopidogrel çalışmaları göstermiştir ki antiplatelet ilaçları kullanan bir grup hasta halen tekrarlayıcı olaylarla karşılaşmaktadır. Bu “direnç” veya “cevapsızlık” kavramının ortaya atılmasına neden olmuştur. Aspirin direnci mekanizmaları arasında ilacın emilmesindeki problemler, ilaç etkileşimleri (örneğin ibuprofen aspirinin etki gösterdiği bölgeyi bloke eder), trombosit glikoproteinlerini veya COX-1 geninin genetik polimorfizm, katekolamin artışına bağlı artmış trombosit agregasyonu, hiperglisemi ve hiperkolesterolemi sayılabilir.

Tüm bunlar anestezi için ne getirir?

Antiplatelet ilaçlar belirgin şekilde perioperatif dönemde önem kazanmaktadır ancak bu konuda klinik prtaiğimizi yönlendirecek evrensel kurallar yoktur. Eldeki yayınlar aspirin, klopidogrel veya ikisinin beraber kullanıldığı yayınlarla sınırlıdır. Acil operasyonlarda antiplatelet tedaviyi ortadan kaldırmanın tek yolu trombosit vermektir. Ancak kanda aktif veya aktif olmak üzere bekleyen ön ilaç varlığında bu çözümde işe yaramayabilir.

Aspirin:
Eğer düşük doz aspirin durdurulursa, hem istenen etkisinin ortadan kalkması hemde potansiyel “rebound” fenomeni nedeniyle kardiovasküler riski arttırmaktadır. Cerrahi olmayan koroner arter hastalarında aspirinin kesilmesi ölüm ve miyokard infarktüsü riskini 2 ila 4 kat arttırmaktadır. Yine perioperatif dönemde yaşanan akut koroner sendromların %10’unda olay yaşanmadan önce aspirinin kesildiği göze çarpmaktadır. Kardiak olmayan cerrahide aspirinin hem kanama komplikasyonlarının derecesini hem de ölüm riskini arttırmadığına dair giderek artan kanıtlar bulunmaktadır. Bu nedenle, kardiak olmayan cerrahide kullanımının devamı önerilmektedir. Bu durumun istisnaları intrakranial cerrahi, prostatektomi ve kalça cerrahisidir. Her ne kadar aspirin genelde kalp cerrahisinden önce kesilse de bu durum merkezden merkeze değişmektedir. Ancak, koroner arter bypass cerrahisini takiben akut kanama durdurulduktan sonra aspirine erken başlamanın yararları gösterilmiştir. Şu ana kadar yapılan 3 büyük çalışma düşük doz aspirin altında spinal yada epidural blok ile artmış nöroaksiyel hematom riskini gösterememiştir, bu nedenle Amerikan Rejyonel Anestezi ve Ağrı Derneği düşük doz aspirini kesmeden nöroaksiyel blokları önermektedir ancak bu görüş Alman ve İspanyol eşdeğer toplulukları tarafından desteklenmemektedir.

Klopidogrel:
Her ne kadar yeterli klinik veri olmasa da, trombosit fonksiyonları üzerinde aspirine kıyasla daha etkili engellemeye neden olmaları ve buna bağlı intraoperatif kanama riski bu ajanların perioperatif dönemde devam edilmesini engellemektedir. Bazı merkezlerde operasyon öncesi klopidogrelden aspirine geçiş yapılmaktadır. Şu anda önerilen nöroaksiyel anestezi için klopidogrelin 7, tiklopidinin girişimden 14 gün önce kesilmesidir.

İkili Tedavi:
Aspirin ile klopidogrelin beraber kullanıldığı kardiak cerrahi vakalarında artmış kan kaybı, transfüzyon ve re- operasyon ihtiyacı gözlenmiştir. Nonkardiak cerrahi hastalarında ise bu risk %40 oranında belirtilmekte ve uygun hastalarda klopidogrelin cerrahiden 5-7 gün önce kesilmesi önerilmektedir. Ancak ikili tedavideki hastaların yüksek riskli hastalar olduğu akıldan çıkarılmamalı ve en azından aspirin ile tekli tedaviye devam edilmelidir.

Stentler:
Ne yazık ki stentli hastaların perioperatif dönemde nasıl tedavi edileceğine dair elimizde pek kanıta dayalı veri yoktur. Ancak antiplatelet ilaçların kesilmesinin bu hastalarda ölümcül olabileceği düşünülmektedir. Yakın zamanda yayınlanan bir derlemede şunlar önerilmektedir:
Tüm hastalarda düşük molekül ağırlıklı heparin profilaksisi devam ettirilmelidir ancak bu tek başına yeterli değildir.
Stent koyma girişimini takip eden ilk 3 ay boyunca sadece hayat kurtarıcı cerrahiler yapılmalıdır.
Bu ilk zaman sonrası, antiplatelet ajanları kesmek akılcı olmayabilir ve en iyisi tedaviyi değiştirmeden devam etmektir. Ancak seçilmiş operasyonlarda aspirin-klopidogrel rejimi kısa bir süre için aspirin+ düşük molekül ağırlıklı heparin rejimi haline getirilebilir.
Tüm bu durumlarda geliştirilmekte olan trombosit fonksiyon analizörleri bize ilaç etkinliğini söyleyerek yol gösterici olabilir.

Anestezi ve Yoğun Bakımda Propofol İnfüzyon Sendromu

Propofol infuzyon sendromu (PRIS) yeni tanimlanmis bir sendrom degil. Patofizyolojisi uzerine Intensive Care Med 2003’de ayrintili bir yazi bulabilirsiniz. En cok cocuklarda olmak uzere degisik yas gruplarinda gorulmus. Kaybedilen vakalar bildirilmis. Kurtulan vakalarda uygulanmis tedavi uzerine cesitli yazilar var. Genelikle uzun sure sedasyon icin infuzyon uygulanan vakalarda bildirilmis olmasina ragmen, cok kisa sureli ancak yuksek doz verilmis propofol infuzyonu sonrasinda da gorulmus.
Current Opinion in Anesthesiology (2006)‘de yayinlamis Fudickar’in bir makalesi bu konuya egilen bir derleme:
PRIS, propofol infuzyonu sirasinda gelisen tedaviye direncli akut bradikardi ve bunun asistoliye ilerlemesi olarak tanimlaniyor. PRIS kriterlerini tamamlamak icin bradikardiye ek olarak:
lipemik plazma,
yagli karaciger,
metabolik asidoz ( BE<-10 mmol/L), rabdomiyoliz ve miyoglobinuri
nin eslik etmesi gerekiyor.
Sendrom genelde kalp ve bobrek yetersizligi sonucu olumle sonlaniyor. Yazar, PRIS’nun tipik semptom ve bulgulari arasinda laktik asidoz, aritmi, hipotansiyon, renal, kardiak veya dolasim yetersizligini , oliguriyi, rabdomiyolizi, artmis serum CK, ure, hiperpotasemiyi, plazma lipidlerinde artisi, hepatomegali, ketonuri, artmis karaciger enzimlerini ve yesil yada kirmizi renkli idrari siralamis.
Sendrom su ana kadar 24 cocuk ve 14 eriskin vakada bildirilmis durumda.

Belirlenen risk faktorleri:
havayolu infeksiyonu,
agir kafa travmasi,
yuksek dozla uzun suren sedasyon (bunun icinde genelde bildirilen 48 saattten daha uzun sure ve 5 mg/kg/saat ten daha yuksek doz),
artmis katekolamin ve glukokortikoid serum seviyeleri
enerji ihtiyacinin yeterli karsilanamamasi
Makalede tartisilan noktalardan biri son derece yaygin kullanimasina ragmen, PRIS’nun sadece 38 olguda rapor edilmis olmasi (PRIS benzeri durumlar disinda). Belirlenen vakalarin azligi, bu vakalarda baska nedenlerle olumcul rabdomiyoliz ve kardiak yetersizlik gelisip gelismediginin sorgulanmasina neden oluyor. Bunun disinda, yakin zamanda epilepsi tedavisi icin tiopental alan ve PRIS’a benzer sekilde kalp yetmezligi, rabdomiyoliz, bobrek yetmezligi, metabolik asidoz ve karaciger yetmezligi ile kaybedilen bir baska hastanin olgu sunumu, aslinda bu sendromun sadece propofol icin ozgun olmadigini dusundurmekte.

Patofizyoloji: Patolojik bulgular arasindaki en onemli bulgusu olan iskelet ve kalp kasindaki sitoliz. Bunun olasi nedenleri (Her maddenin sonrasinda yazar bu mekanizmayi destekleyebilecek bulgulari siralamis):
* Solunum zincirinin bozulmasi: Propofol hayvan deneylerinde mitokondri ici solunum zincirinin bozulmasina neden oluyor. Bir anlamda PRIS mitokondrial sitopatilere ve edinilmis karnitin eksikligine benziyor ve aslinda ilk hasar yuksek enerji ihtiyaci olan hucrelerde (kalp ve kas hucreleri) gozleniyor.
* Yag metabolizmasinin bozulmasi ve serbest yag asitlerinin artisi: Serbest yag asitleri proaritmojen risk faktoru olarak belirtilmekte.Propofol beta oksidasyonu engelleyerek plazma serbest yag asitlerini arttirabilir. Lipemik plazmada propofolun etki ettigi bolgelere diffuzyonunu engelleyerek plazma propofol duzeyini arttirabilir. Dusuk karbonhidrat alimi (hatirlarsaniz risk faktoru), enerji ihtiyacinin karsilanmasi icin lipolizi arttirdigindan serbest yag asitlerini arttirabilir.
* Tetikleyici faktorler arasindaki etkilesim: Katekolaminlerin, hayvan modelinde, plasma propofol seviyelerini azalttigi (propofol klirensi artiyor) gozlenmekte. SIRS’da (sistemik inflamatuar yanit sendromu) da hiperdinamik dolasim nedeniyle propofol klirensi artabilir. Bu, yetersiz seviyelere ve klinikte artan dozlarda propofol kullanimina yol acabilir. Ayrica artmis katekolamin seviyeleri stres kardiomiyopatisine sebep olabilir.
PRIS birliktelik gosterdigi diger hastaliklar nedeniyle de agirlasabilir (ornegin yogun bakim miyopati ve polinoropatisi, steroid alimi, sepsis, septik kardiomiyopati) .
Ayrica propofolun cok iyi bilinen kardiovaskuler yan etkileri arasinda hipotansiyon, bradikardi, negatif inotropik etkileri de (molekuler duzeyde kardiyak beta-adrenoreseptor baglanmasini engellenmesi ve kalsiyum kanal protein fonksiyonunun engellenmesi, sempatik sistem aktivasyonunun inhibisyonu ve baroreseptor refleksin baskilanmasi) PRIS’daki kalp yetmezligine katkida bulunabilir.

Tedavi icin yazarin recetesi:
Propofol infuzyonunu hemen durdur,
Hemodinamik stabilizasyonu sagla,
Ne yazik ki bradikardi genelde katekolaminlere ve ekternal pacing e direncli,
Karbonhidrat ver ( 6-8 mg/kg/dakika).

ECMO kullanimi ve renal destegi dusun (Su ana kadar bu sendromdan kurtulan her iki hastada da ECMO (ekstrakorporeal membran oksijenasyonu) kullanilmis durumda).

Peki bunca bahisden sonra propofol kullanimindan kacinalim mi?
Yazar, su ana kadar propofolun ozellikle eriskinlerde total intravenoz anestezi amacli guvenli olarak kullanilabilecegini gosteren yayinlari siraliyor ve PRIS’nun son derece nadir oldugunu hatirlatiyor. Ancak akilda kalmasi gereken ozellikle pediatrik hastada 48 saati asan ve >4 mg/kg/saat dozunda propofol kullanimi ya da diger risk faktorlerinin varligi (dusuk karbonhidrat alimi, kafa travmasi) halinde, gerektiginde propofol dozlarinin arttirilmasi yerine ek sedasyon ajanlarin denenmesi. En onemlisi laktik asidozun gozden kacmamasi ve uyarici isaretler belirir belirmez propofolun erken sonlandirilmasi.

Kalp Hastalığı ve Gebelik

Gebelikte kalp hastaliginin insidansi dusuk olmakla birlikte morbidite ve mortalitesi yuksek. Ulkemizdeki akut romatizmal ates insidansini ve kapak tutulumu olan kadinlarda taninin cogu vakada ilk kez gebelikte ortaya cikan kardiyak semptomlar sonrasinda konuldugunu dusunursek durum anestezist acisindan dramatiklesiyor. Anaesthesia and Intensive Care son sayisinda cikan bir derleme anestezik yaklasimla ilgili fazla bilgi vermemekle beraber, klasik bilgiler cercevesinde cesitli kardiyak problemlerdeki fizyopatolojiyi ve uygulanan tedavileri ozetlemekte:

Ingiltere istatistiklerine gore gebelikte kalp hastaligi maternal mortalitenin 2. en sik nedeni. Bunlarin cogu da kalp hastaligi onceden bilinmeyen gebelerde gorulmekte.

Kardiyovaskuler sistemde gebelige bagli fizyolojik degisiklikler:
Kardiyak debi (atim volumu ve kalp hizi) erken gebelik doneminde baslamak uzere %40 kadar artar ve ikinci trimester ortalarinda maksimuma ulasir. Periferik vazodilatasyon nedeniyle kan basinci duser. Serum kolloid osmotik basinci %10-15 kadar azalir. Bu dusme gebeyi pulmoner odeme egilimli hale getirir. Uterusa bagli inferior vena cava basisi venoz donusu ve kardiyak debiyi azaltir. Bu dusus lateralden supin pozisyona geciste %25’e dek ulasabilir. Santral venoz basinc ve pulmoner kama basinci degismez. Travay ise kardiyak debiyi arttirir. Bu artis dogumun 1. fazinda %15 iken, cikim fazinda %50’ye dek ulasabilir. Travaydaki kardiyak debi artisinin nedeni hem kontraksiyonlara bagli ototransfuzyon, hem de agri ve korkuya bagli kan basinci ve kalp hizi artisidir.
Dogumu takiben vena cava basisinin ortadan kalkmasi ve kontrakte uterustan ototransfuzyon olmasi nedeniyle kardiyak debide %60-80 dolayinda olan artis dogumdan 1 saat kadar sonra gebelik oncesi degerlere duser. Pulmoner odem riski en yuksek noktasina dogumun 3. fazinda (plasentanin cikisi) ve erken postpartum donemde ulasir.

Gebelikte gorulen normal kardiyak bulgular:
Dolgun nabiz, 3. kalp sesi, relatif sinus tasikardisi, bagimli bolgelerde periferik odem sistolik ejeksiyon ufurumu gebelerde sik rastlanan bulgulardir. EKG’de kalp pozisyonunda olan degisikliklere bagli olarak atriyal ve ventrikuler ektopik vurular, DIII’de ters T dalgasi, inferior ve lateral derivasyonlarda ST depresyonu ve ters T dalgasi gorulebilir.

Dikkat edilecek genel ozellikler:
Kardiyak problem ne olursa olsun gebelik ve dogumun tolere edilebilirlik derecesi gebede var olan siyanoz, pulmoner hipertansiyon, lezyonun hemodinamik sonuclarina ve New York Heart Association (NYHA)’in fonksiyonel siniflamasina baglidir.

NYHA fonksiyonel kapasite siniflamasi
Klas I: Şikayeti yok
Klas II: Ağır egzersizde solunum sikintisi
Klas III: Hafif egzersizde solunum sikintisi
Klas IV İstirahatte solunum sikintisi

Siyanoz tek basina onemli olmamakla beraber Eisenmenger Sendromu ile beraber ise ya da NYHA’a gore fonksiyonel kapasite kotu ise onem kazanmaktadir. Siyanoz reaktif polisitemiye bagli olarak tromboz, intrauterin buyume geriligi ve fetal kayip riskini arttirmaktadir. Daha onceden kardiyak komplikasyon oykusu bulunması, NYHA klas IV olmasi, siyanozu, ejeksiyon fraksiyonu (EF)< %40 ve sol kalp obstruksiyonu olmasi inme, aritmi, pulmoner odem ve olum gibi kardiyak komplikasyonlarin sikligini arttiriyor. Antepartum: Ideal olarak kalp problemi olan gebeler gebe kalmadan once gorulmus olmali. Obstetrisyen, obstetrik anestezist, kardiyolog ve neonatologu iceren bir ekip ile multidisipliner yaklasim sart. Antenatal donem ve dogum asamasi iyi dokumante edilmeli. Konjenital kalp defekti olan gebelerin bebeklerinde konjenital kalp defekti olasiligi ikiye katlandigindan (%2-5) antenatal fetal kardiyak ultrason yapilmali. Maternal siyanozun fetal buyume geriligi, dusuk ve iyatrojenik prematurite nedeni oldugu unutulmamali. Antiaritmik tedavi icin erken gebelikte digoksin ve beta-blokerler kullanilabilir. Verapamil, adenozin ve ‘direct current cardioversion’ da guvenle uygulanabilmekte. Flekainid ise 2. ve 3. trimesterde guvenli.

Intrapartum: Yapisal kalp defektleri olanlarda antibiyotik profilaksisi gerekmekte.
Bakteriyel endokardit riskine gore kardiyak problemlerin sınıflamasi
Yüksek risk:
endokardit profilaksisi önerilir
• Prostetik valvler
• Bakteriyel endokardit oykusu
• Kompleks siyanotik kalp hastaliklari (Fallot tetralojisi)
• Cerrahi şantlar
Orta risk: endokardit profilaksisi önerilir
• Edinsel valvular hastalik
• Hipertrofik kardiyomiyopati
• Rigurjitasyonlu mitral valv prolapsusu
Dusuk risk: endokardit profilaksisi önerilmez
• Izole secondum atrial septal defekt
• Rigurjitasyonsuz mitral valv prolapsusu
• Fizyolojik kalp ufurumleri
• Kardiyak pacemaker varligi

Gunumuzde onerilen dogum basladiginda veya membran rupturu oldugunda amoksisillin ve gentamisin yapilmasi ve 4 saat sonra amoksisillin’in tekrarlanmasidir. Penisilin alerjisi varsa vankomisin veya teikoplanin uygulanabilir.
Gebeler lateral pozisyonda izlenmelidir. Surekli EKG ve oksijen saturasyonu monitorizasyonu ve resusitasyon icin gerekli herseyin hazir bulundurulmasi onerilmektedir.
Uygun prehidrasyonla beraber epidural analjezi ve anestezi yavas, bolunmus dozlarda uygulandiginda cogu klinik tabloda iyi tolere edilmektedir. Sol kalp obstruksiyonu varliginda (aort stenozu, hipertrofik kardiyomiyopati) dikkatli olmak gerekir.

Postpartum: Dogumun 1. fazında hipertansiyonun engellenmesi gerekli ise oksitosine ergometrin eklenmesinden kacinilmalidir. Vazodilatasyonun engellenmesi gereken durumlarda (hipertrofik kardiyomiyopati, pulmoner hipertansiyon gibi) yavas oksitosin infuzyonu veya misoprostol kullanilmalidir. Dogumdan sonra olabildigince erken hastalar oturur pozisyona getirilmelidir. Yogun bakimda monitorize izlenmelidirler.

Ozel Durumlar
Pulmoner hipertansiyon: Akciger hastaligina (kistik fibroz, primer pulmoner hipertansiyon), konnektif doku hastaligina (skleroderma) veya Eisenmenger sendromuna bagli olabilir. Bu vakalarda gebelikteki sistemik vaskuler rezistans dususu ile birlesen fiks pulmoner vaskuler rezistans (normalde gebelikte dusmesi gerekir) sagdan sola santta artis anlamina gelir. Bu kadinlar artan kardiyak debinin gerektirdigi artmis pulmoner kan akimini saglayamazlar. Eisenmenger sendromunda mortalite %30-50’dir ve gebelik kontrendikedir. Gebeligin sonlandirilmasi ise %7 mortalite riski tasir. Gebeligin sonlandirilmasi reddediliyorsa ilac tedavisinin surdurulmesi (sildenafil gibi), yatak istirahati ve oksijen tedavisi gerekir.Hipoksi gelisirse profilaktik olarak heparin verilir. Sistemik hipotansiyon veya vazodilatasyon santin ters donmesine veya sagdan sola santin artmasina neden olacagindan derhal volum replasmani yapilmalidir. Eisenmenger sendromunda secilecek dogum veya anestezi sekli (rejyonel, genel) ile ilgili kanit yoktur. Pulmoner arter basincini dusurecek ilaclar (inhale nitrik oksit ve iv prostasiklinler disinda) sistemik vaskuler rezistansi da dusururler. Hipovolemi ve sistemik vazodilatasyon engellenmeli, epidural veya oksitosin uygulandiginda dikkatli olunmalidir. Eisenmenger sendromlu gebelerde olum postpartum 1. haftada gorulmektedir.
Patent ductus arteriosus: Opere vakalarda gebelikte sorun yasanmaz. Antibiyotik profilaksisi gerekmez. Pulmoner hipertansiyon varsa risk artmistir.
Atriyal septal defekt: Kadinlarda en sik konjenital kalp defektidir. Gebelikte genellikle iyi tolere edilir. Paradoksik emboli riski olmakla birlikte, risk dusuktur. Fetusta ASD olma riski %5-10’dur.
Ventrikuler septal defekt: Sol ventrikul volum yuku artmis olmakla birlikte, Eisenmenger sendromu yoksa gebelikte genellikle iyi tolere edilir.
Aort stenozu: Gebelik oncesi peak gradient 100 mmHg’i asmamissa veya kapak alani 1 cm2’den buyuk ise, gebelik oncesine doneme ilave problem getirmez. Gebelikte ortaya cikan riskler angina, hipertansiyon, kalp yetersizligi ve ani olumdur. Egzersiz ile kan basincinda olmasi gereken yukselmenin saglanamasi veya bozulmus sol kalp fonksiyonu risk indikatorleridir. Angina, dispne, senkop ve hipertansiyon gibi semptomlar, sol ventrikul fonksiyonu iyi olmak sarti ile beta-blokerler ile kontrol altina alinabilir. Istirahatte tasikardi gelismesi sol ventrikul fonksiyonlarinin bozuldugu ve gebelikte artan atim volumunu saglayamayacagi anlamini tasir. Balon valvulotomi agir vakalarda gebeligin surdurulmesini saglayabilir. Dogumda ana komplikasyonlar sol ventrikul yetersizligine bagli pulmoner odem ve azalmis venoz donuse bagli dusuk debidir. Hipovolemi ve vena cava basisi engellenmelidir. Rejyonel analjezi cok dikkatle uygulanmalidir. Fetusta aort stenozu sansi %18-20’dir.
Mitral stenozu: Gebelikte artan kan volumu, kalp hizi ve kalp debisisol atriyal basinci arttirip pulmoner konjesyon ve odeme neden olabilir. 1cm2’nin altindaki kapak alani ve gebelik oncesi orta-agir semptomlarin varligi kotu prognoz gostergeleridir. Diyastolde ventrikuler dolumu iyice azaltipatim volumunu dusureceginden ve atriyal basinci arttiracagindan tasikardi tehlikelidir. Gebelik ilerledikce asemptomatik gebelerde, pulmoner odeme bagli olarak egzersiz dispnesi, ortopne ve paroksismal nokturnal dispne gelisebilir. Beta-blokerler kalp hizini dusurmek ve atriyal bosalma suresini uzatmakta yarar saglar. Atriyal fibrilasyon sinus ritmine dondurulmelidir (digitalizasyon, direct current cardioversion veya beta-blokerler). Pulmoner odem riski hemen dogumu takiben maksimuma ulasir. Dolayisi ile dogum oncesinde sivi kisitlamasi onerilmektedir. Pulmoner odem gelisirse hizla oksijen, diuretikler, beta-blokerler veya diamorfin ile tedavi edilmelidir. Kalsifik olmayan kapaklarda gebelikte balon valvulotomi veya kapali mitral valvulotomi guvenle uygulanabilmektedir (major komplikasyon %1). Cerrahi valvulotomide ise fetal mortalite %5-30, maternal mortalite %3-5’dir. Vaginal dogum veya sezaryen icin epidural blok onerilmektedir.

Regurjitan kapak hastaliklari: Sistemik vaskuler rezistans dusmesi regurjitasyonu azaltir. Gebelikte sol ventrikul disfonksiyonu yoksa gerek mitral gerekse aortik regurjitasyon iyi tolere edilir.
Marfan sendromu: Kardiyak problem olarak mitral valv prolapsusu, mitral regurjitasyon, aort koku dilatasyonu ve aort yetersizligi olur. Otosomal dominanttir. Aort koku 4-4.5 cm’den genis veya gebelik sirasindaki takiplerde ilerleyen artis varsa, gebelik aort disseksiyonu ve rupturu acisindan ciddi risk nedenidir. Aylik EKO takibi gerekir. Beta-blokerler aortik dilatasyon ve komplikasyon riskini azaltir. Aort capi 4 cm’den dar ise epidural analjezi ile vaginal dogum yaptirilabilir. Cap daha genis ise epidural anestezi ile sezaryen onerilmektedir.

Peripartum kardiyomiyopati: Gebelige has nadir bir tablodur. Bilinen bir neden olmaksizin gebeligin son ayi ile postpartum 5. ay icinde kalp yetersizligi gelismesi olarak tanimlanir. Dilate kardiyomiyopati, beraber konjestif kalp yetersizligi ve sol ventrikul fonksiyonunda belirgin azalma ile karakterizedir. Pulmoner, serebral ve sistemik embolizasyon riskinde ciddi artıs olur. Risk faktorleri multipl gebelik, hipertansiyon (var olan veya preeklamptik), multiparite, ileri yas ve Afro-Karaib irktir. Tedavi diger kalp yetersizliklerindeki gibi oksijen, diuretikler, vazodilatatorler ve postpartum donemde ACE inhibitorlerini kapsar. Gereginde inotroplar kullanilir ve son care transplantasyondur. Ciddi sol ventrikul disfonksiyonu, sol ventrikuler ‘asist devices’, intrakardiyak trombus veya aritmi varliginda antikoagulasyon sarttir. Biyopsi ile miyokarditi belgelenmis ya da 2 haftalik kalp yetersizligi tedavisine yanitsiz hastalarda immunosupressif tedavi dusunulebilir. %50 vaka tam ve spontan iyilesme gosterir. 5 yillik survi %94’tur. Prognoz ve tekrarlama sol ventrikul fonksiyonlarindaki geri donuse baglidir. Ancak ventrikul boyutu ve fonksiyonu normale ulasa da kontraktil rezerv bozulabilir. Bir sonraki gebelikten once stres EKO yapmak bilgi verici olabilir.
Gebelikte mekanik kalp kapaklari: Bu gebelerde tedavi anne ve fetus acisindan tartismalidir. Omur boyu gerekli antikoagulasyon gebelikte de artmis tromboz riski nedeniyle surdurulmelidir. 6-12. gestasyon haftasinda warfarin ile ‘warfarin embriyopatisi’, artmis dusuk, olu dogum ve fetal intraserebral hemoraji riski ortaya cikar. Risklerin INR>2 olacak sekilde verilmesi gereken yuksek warfarin dozlarina (>5 mg) bagli oldugu ile ilgili bulgular vardir. Heparin ve LMWH tam antikoagulan dozlarda bile valv trombozu ve emboli riskini arttirmaktadir. Bu tur gebelerde 3 temel tedavi secenegi bulunmaktadir:
* Warfarine gebelik boyunca devam etmek; anne acisindan en guvenli yoldur.
* 6-12. haftadan itibaren warfarin yerine heparin veya LMWH kullanmak
* Gebelik boyunca yuksek doz heparin veya LMWH kullanmak
Heparin veya LMWH secimi tartismalidir. LMWH cogunlukla tercih edilmekle birlikte anti-Xa seviyeleri yakindan takip edilmelidir. Enjeksiyondan 4-6 saat sonra anti-Xa seviyesinin en az 1.0 U/ml olmasi hedeflenmelidir. Tedaviyi mekanik kapagin tipi gibi bir cok faktor etkiler: Yeni çift yaprakli valvler ile risk ilk veya ikinci jenerasyon valvlere oranla dusuktur. Mitral valvlerde trombus riski aortik valvlerden fazladir. Terapotik INR’ye ulamsak icin gereken warfarin dozu ve eski trombotik olay oykusu de tedavide rol oynar. Mumkunse warfarin dogumdan 10 gun once kesilmeli ve fetal dolasimdan uzaklasmasi saglanmalidir. Heparin kullanilirsa tedaviye ek antitrombotik olarak dusuk doz aspirin eklenmelidir. Dogum icin heparin tedavisine ara verilmelidir. Warfarin en az postpartum 3 gun yeniden kullanilmalidir. Kanama olursa taze dondurulmus plazma ve K vitamini ile antagonize edilebilir. Heparin ise protamin ile antagonize edilir. Antibiyotik profilaksisi unutulmamalidir.
İskemik kalp hastaligi: Gebelerde miyokard infarktusunun riski faktorleri gebe olmayanlar ile aynidir. Multipar, hipertansif, obez, diabetik ve sigara icen gebelerde risk daha yuksektir. Infarktus genellikle 3. trimesterde olur ve anterior miyokardi etkiler. Tedavi gebe olmayanlardaki gibidir. Anjiografiden kacinilmamalidir. Beta-blokerler gebelikte guvenlidir. Artmis malformasyon riski (ozellikle merkezi sinir sistemi ve ekstremite) nedeniyle statinler kesilmelidir. Gebelikte intravenoz tromboliz, koroner anjioplasti ve stent uygulamasinin basari ile yapildigi bildirilmistir. 75-150 mg aspirin gebelikte guvenlidir; hem primer hem de sekonder profilakside ve infarktusun akut tedavisinde kullanilmalidir. Akut miyokard infarktusunde aspirin 150-300 mg/gun verilebilir. Antianginal tedavi (nitritler ve heparin) de guvenle verilebilir. Klopidogrel icin veri az olsa da gebelerde guvenli oldugu dusunulmektedir.
Hipertrofik kardiyomiyopati: %70 vakada otosomal dominant gecis vardir. Gebelikte en onemli tehlikesi hipotansiyon ve hipovolemide ciddi sonuclari olan sol ventrikul cikis obstruksiyonudur. Semptomatik vakalarda beta-blokerler baslanmalidir. Epiduralde hipovolemi ve hipotansiyon hizli tedavi edilmelidir.
Kardiyak arrest: Resusitasyon klavuzuna gore gebe olmayanlardaki gibi tedavi uygulanir. Ancak pelvisin sola deviye edilmesine dikkat edilmelidir. Amniyotik sivi embolisi ve masif postpartum kanamaya bagli kollaps atlamamalidir. Fonksiyonel reziduel kapasitenin %20 dusmesi, istirahatte oksijen tuketiminin %20 artmasi nedeniyle gebede hipoksi riski yuksektir. Ozel durumlarda resusitasyona yardim amaciyla sezaryen endike olabilir (O2 gereksinimi azalir, venoz donus artar, ventilasyon kolaylasir). Ancak arresti takiben sezaryen 4 dakikada baslamali dogum 5 dakika icinde gerceklesmelidir. Ameliyat sirasinda resusitasyona devam etmek sarttir.

Koroner Arter Stentleri ve Non-Kardiyak Cerrahi

Artık balon anjioplastinin nerede ise yerini almis olan koroner stent uygulanmis hastalarla non-kardiyak cerrahi icin anestezi vermek amaciyla cok karsilasir olduk. Akut stent okluzyonunun morbidite ve mortalitesi yuksek oldugu icin antitrombotik profilaksiye cok dikkat edilmesi gerekiyor. BJA 98 (5): 560’da konuyu daha once yayinlanmis literatur isiginda ayrintilari ile inceleyen uzun bir yazi cikti. Olabildigince ozetlemeye calisacagim:

Koroner stentlerin 2 ana tipi var: bare metal stents (BMS, metal stentler) ve drug-eluting stents (DES, ilac salinimli stentler). BMS’ler ile fazla restenoz (%12-20) gorulmesi nedeniyle 1990’larda DES’ler kullanilmaya baslandi. Restenoz stent etrafindaki yara dokusunun iyilesme surecinin (neointimal hiperplazi) bir yan etkisi. Islemi takiben bu surec 3 ayda tepe noktasina, 3-6 ayda ise bir platoya ulasiyor. DES’lerde stent bolgesindeki duz kas proliferasyonunu ve neointimal hiperplaziyi onlemek uzere stent, antiproliferatif madde iceren bir polimerle kapli; restenoz insidansı %5. DES’lerin salgiladiklari maddeye gore su anda kullanilan 2 major tipi var: sirolimus (‘Cypher’ stent) veya paclitaxel (‘Taxus’ stent). Sirolimus (rapamycin) potent immunosupresif ve antimitotik etkileri olan makrolit grubu bir antibiyotik. Ilacin cogu stentten 28 gunde saliniyor, 60 gunde ise bitiyor ve geriye BMS kaliyor. Paclitaxel ise hucre bolunmesini inhibe eden potent bir antitumor ilac. %10’u 10 gunde serbestleniyor, kalani ise stentte kaliyor. 6–12 ay boyunca DES’lerin BMS’ler kadar iyi bir guvenlik profili oldugu gosterilmis. Her iki stent tipinin okluzyon mekanizmasi farkli: BMS’de neden neointimal hiperplazi; DES bu sureci inhibe etmekle beraber stentin ilac kaplamasi ortadan kalkinca tromboza egilimli oluyorlar, ayrica ilac tumuyle bittikten sonra gelistigi dusunulen endotelyal disfonksiyona da neden olabilmekteler.

Antiplatelet etkili ajanlar:
Asetil salisilik asit deriveleri
Aspirin
Diflunisal
Tienopiridinler
Klopidogrel
Tiklopidin
Glikoprotein IIb/IIIa inhibitorleri

Tirofiban
Absiksimab
Eptifibatid
Pirimidopirimidin derivatifleri
Dipiridamol

Koroner stentler ve antiplatelet tedavi

Koronere temas eden metal stent trombojenik etkili. Stent okluzyonuna bagli miyokard infarktusu insidansi %50, mortalitesi ise %20. Gunumuzde bu komplikasyonu engellemek icin aspirin ile kombibe bir tienopiridin kullanilmakta. Baslangicta tiklopidin+aspirin kullanilmisken bunun yerini cogu yerde daha iyi tolere edilen ve ciddi yan etkileri daha az olan klopidogrel almis durumda. Klopidogrel bir pro-drug; P450 isoenzim CYP3A4 ile aktif sekline metabolize olunca P2Y 12 adenosin difosfat (ADP) trombosit reseptorunu inhibe ediyor. Sonucta fibrinojenin trombosit glikoprotein IIb/IIIa reseptor kompleksine baglanmasi inhibe oluyor ve ADP stimulasyonuna bagli trombosit aggregasyonu engelleniyor. En sik kullanilan antitrombotik stratejide BMS implantasyonu oncesi 300–600 mg klopidogrel yukleme dozu veriliyor, sonra islemi takiben 4-6 hafta aspirin+ klopidogrel rejimine devam ediliyor. Daha sonra omur boyu dusuk doz aspirin veriliyor. Sorunsuz islemlerde ilk 30 gunde stent trombozu bu rejimle %1’in altinda.
DES daha uzun ikili tedavi gerektiriyor. Bu tip stentler neointimal hiperplaziyi onledigi gibi reendotelializasyonu da geciktirdiginden metalin dolasimla temas suresini uzatiyor. Antiplatelet tedavinin stent tam reendotelialize olana dek surdurulmesi gerekiyor; ancak su anda yeterli reendotelializasyonu gosterecek rutin bir test yok. Calismalar dogrultusunda ureticiler tedavinin sirolimus-salinimli stentlerde en az 3 ay, paclitaxel icerenlerde ise 6 ay devam ettirilmesini oneriyorlar. Ancak daha yeni calismalara gore bu sure en az 1 yil olmali, elbette antiplatelet tedavinin potansiyel problemleri de bu durumda unutulmamali!
Tedavinin erken kesilmesi tromboz gelisiminde en onemli faktor. Diger risk faktorleri ise bobrek yetersizligi, diabetes mellitus, dusuk kardiyak ejeksiyon fraksiyonu ve bifurkasyon lezyonlarini icine alan girisimler. Antiplatelet tedavinin yuksek riskli hastalarda bir yildan da uzun surdurulmesi tartisilmakta. Perioperatif donemde klopidogrelin kesilmesine bagli istenmeyen kardiyak olay gelisme riski bilinmemekte, ancak bu durum ozellikle yeni stent takilmislarda ve yakin donemde akute koroner sendrom gecirmis hastalarda mutlaka dikkate alinmalidir.

Non-kardiyak cerrahi oncesi koroner revaskularizasyon

SIGN 96 dokumanina gore kardiyak semptomlar anstabil degilse major veya orta riskli non-kardiyak cerrahi oncesi koroner arter by-pass graftlemesi (CABG) onerilmiyor, anstabil vakalarda da uzun donem prognoza gore endikasyon konuyor. Endikasyonu olan durumlarda balon anjioplasti ve stent uygulamasi, CABG ile ayni mortaliteyi tasimakla birlikte daha az invazif ve ekonomik. Tabii diabetik ve coklu damar hastaligi olanlarda CABG tercih edilecek yontem. CABG sonrasi, non-kardiyak cerrahi en az 30 gun ertelenmeli.
Stenti izleyen bir yil icinde non-kardiyak cerrahi sonrasi iskemik olay insidensinin yuksek oldugu bildirilmekte. Rehberler koroner stent sonrasi 4 hafta antiplatelet tedavi yapilabilmesi ve re-endotelializasyonun tamamlanabilmesi icin, non-kardiyak cerrahinin en az 2 hafta, ideal olarak ise 4-6 hafta ertelenmesini onermekteler. Ancak bu rehberler BMS’yi refere etmekte ve DES icin bir oneride bulunmamaktalar.

Perioperatif antiplatelet tedavi: kanama mi – tromboz mu?

Ikili tedavi kanama ve tromboz arasi dengeyi saglamali. Ancak perioperatif donem bu acidan bir acmaz. Intraoperatif hemostatik reaksiyona bagli major cerrahi sonrasi cogu hasta hiperkoagulabl bir donem yasamakta. Tromboelastografi bu donemin en az 7 gun surdugunu gostermekte. Pihti olusumu hizlanmakta, reaksiyon zamani (r-time) kisalmakta, pihti strength artmakta ve maksimum amplitutte (MA) postoperatif surekli bir artis olmakta. Cerrahinin bitiminden sonra 2 saat icindeki yukselmis MA(68 mm)’un infarktus de dahil trombotik postoperatif komplikasyonlar icin %80 sensitif, %62 spesifik bir prediktor oldugu gosterilmistir. Hiperkoagulabilite cerrahi stres cevap suresinden de uzun bir sure devam etmekte ve koagulasyonun ne zaman normale dondugu net bilinmemektedir. Bu donemdeki hiperkoagulabilite fibrinojen artisindan cok oncelikle trombosit aktivitesinden kaynaklaniyor gibi gorunmekte, ki bu durum standart koagulasyon monitorizasyonu ile belirlenememektedir. ADP’nin indukledigi trombosit aggregasyonunda cerrahi sonrasi 24-48 saatte ciddi bir artis olmakta; bu durumun flow sitometri profili ile iliksisi yok ve bu da trombositlerin ameliyat sonrasi aktive olmadigini gosteriyor. Fibrinojen artisi 48 satte ortaya cikiyor ve postoperatif 7. gunde bile devam ediyor. Plasminojen aktivator inhibitorü-1 duzeyinde cerrahinin bitiminde bir peak oluyor ve 24 saat sonra bile bu duzeyde devam ediyor. Trombin–antitrombin kompleksinde artis izlenmiyor, hatta intraoperatif donemde duzeyi dusuyor. Sonucta trombin olusumu azaliyor ve operasyon sonrasi fibrinoliz bozuluyor. Her ne kadar trombositler aktive olmasa da, aggregasyon calismalarinda gosterildigi gibi aktive olmaya egilimli hale geliyorlar ve postoperatif 7. gunde artmis bit trombosit sayisi ortaya cikiyor. Koruyucu antiplatelet tedavinin bu perioperatif hiperkoagulabl donemde kesilmesi, yeterli endotelializasyonun olmadigi stentlerde akut stent trombozu ile sonuclaniyor. Aksi durumda ise major kanama komplikasyonlari olabiliyor. Klopidogrel-aspirin kombinasyonu sinerjistik etki ile kanama zamanini uzatiyor. Kanamada artis ozellikle CABG gecirecek klopidogrel alan hastalarda bildirilmis. Ancak non-kardiyak cerrahi ile ilgili bilgi az; bir calisma transfuzyon gereksiniminde diger hastalara gore artis olmadigini , bir digeri ise kanamaya bagli major morbidite olmadigini bildirmis).

Antiplatelet ajanlarin trombosit fonksiyonuna etkisi

 

 

Tienopiridin ve aspirin sonrasi trombosit fonksiyonlarinda degisiklik hastaya gore degismekte. Klopidogrel’in metabolizmasi genetik degiskenlik gosteriyor (sitokrom P450 izoenzim); ilaca rezistans gorulebiliyor; enzim aktivitesi ne kadar fazla ise trombosit aggregasyonu o kadar azaliyor. CYP3A4 izoenzimi inhibe eden ilaclar (itraconazole, ketoconazole, clarithromycin, erythromycin, ritonavir ve greyfurt suyu) unutulmamali. Aspirine rezistans da bildirilmis; aspirinin COX-1’in irreversibl asetilasyonuna bagli trombositlerde tromboksan A2 yapimini azaltici etkisi bu durumda yetersiz kaliyor ve trombosit aktivas ve aggregasyonunu onleyici etkisi gorulmuyor. Tromboksan A2 olusumunu olcen veya tromboksan-bagimli trombosit fonksiyonunu degerlendiren testlerle bunu ortaya koymak mumkun. Aspirinin etkisizligi azalmis bioyararlanima, yetersiz doz veya emilim, artmis metabolizma, ilac etkilesimi, COX-1 veya tromboksan uretimine katilan diger genlerin polimorfizmi, asiri trombosit yapimi trombosit aktivasyonunda alternatif yollarin olmasi, trombosit disi tromboksan sentezinde up-regulasyon gibi nedenlere bagli olabiliyor. Yuksek uriner 11-dehidrotromboksan B2 duzeyleri aspirin rezistansini gosteriyor ve ciddi vaskuler problemler ortaya cikiyor. Bu iki ilaca rezistan hastalarda klinik etki icin daha yuksek dozlar gerekebiliyor.

Antiplatelet ajanlarin trombosit fonksiyonuna etkisinin monitorize edilmesi

Trombotik komplikasyonlari onlemek, kanamayi engellemek veya rejyonel anestezi oncesi ilaci kestikten sonra trombosit fonksiyonlarini gormek icin rutin ve basit bir teste gerek duyulmakta. Standart koagulasyon testleri, protrombin zamani (PT) ve aktive parsiyel tromboplastin zamani (aPTT) trombosit fonksiyonunu gosteremiyor. Kanama zamani trombosit fonksiyonunu ve ilaclarin etkisi gostermek icin uygun olmakla beraber Perioperatif kanama ile uyumlu degil. Ilaclarin plazma konsantrasyonu da farmakodinamik etkinliklerini tam ortaya koyamamakta. Bu nedenle cesitli testler uzerinde calisilmakta. ‘Optical light transmission platelet aggregometry’ altin standart olarak kabul edilmekte, ancak cok zaman aliyor. Diger dikkate deger asagidaki diger testlerin etkinligi degisken (testleri Ingilizce biraktim):

Tromboelastografi: Bu bir tam kan koagulasyon monitoru, trombosit aggregasyon bozukluklarini gosteriyor ama aspirine bagli adezyon ve endotelyal defektleri, klopidogrele bagli ADP reseptor blokajini saptayamiyor. Klopidogrel ile aggregometride trombosit inhibisyonu gosterilen hastalarda MA normal bulunuyor. Trombin olusumu olmaksizin reptilaz ve faktor XIIIa kullanarak pihti olusturan TEG’in yeni bir modifikasyonu bu problemi ortadan kaldirmakta. Ilaca bagli trombosit inhibisyonunun derecesini olcmek icin trombosit agonistleri (aspirin icin arasidonik asit, klopidogrel icin ADP) ekleniyor. Bu modifikasyonu aggregometri ile kiyaslayan bir calisma, metodun aspirinin aggregometride gorulen inhibitor etkisinin %90’ini, klopidogrelin ise %70’ini gosterdigini belirtmekte.

Plateletworks analyser: Tam kanda aggregasyonun yuzdesini olcuyor.

Ultegra rapid platelet-function assay: Aggregometriye benziyor.Tam kan kullanarak trombosit aggregasyonunun hizini ve boyutunu optik olarak olcuyor.

Platelet function analyser: Trombosit plaginin, kollajenle ve buna ek olarak ya epinefrin ya da ADP ile doyurulmus bir membrandaki acikligi kapatma suresini olcuyor. Aspirin epinefrin kapanma zamanini, klopidogrel ise ADP kapanma zamanini uzatiyor. Ancak klopidogrel icin sonuclari degisken.

Stentli hastalarda antiplatelet tedavinin perioperatif donemde idaresi ?

Elektif veya acil non-kardiyak cerrahi gecirecek hastalarda ilaclarin kesilmesi, yeniden ne zaman baslanacagi konusundaki bilgi birikimi cok az.

Elektif non-kardiyak cerrahi gecirecek hastalar

Stent trombozu ve perioperatif kanama riski hasta bazinda degerlendirilmelidir. Tutum hasta, kardiyolog, cerrah, hematolog ve anestezistin ortak kararina gore belirlenmelidir. Uygulama cesitli faktorlere bagli:
Cerrahi ve hemorajik riskin degerlendirilmesi:
Planlanan ameliyat ve anestezinin turu ve olasi komplikasyonlar neler?
Kanama riski nedir?
Baksa kisisel hemorajik risk faktorleri var mi?
Asiri kanamanin sonucleri neler?
Cerrahi ne kadar gerekli?
Cerrahinin aciliyeti ne- ertelenebilir mi?
Cerrahinin olasibaska alternatifleri var mi?

Hastanin trombotik riskinin degerlendirilmesi:
Stent ne zaman yerlestirilmis?
Stentin tipi ne?
Nereye ve kac stent yerlestirilmis?
Revaskularizasyon tamamlanmis mi?
Oncesinde stent trombozu oykusu var mi?
Hangi antipleteled tedavi uygulaniyor ve onerilen tedavi suresi nedir?
Hasta stent trombozu icin baksa riski faktorleri (diabet, renal bozukluk, dusuk ejeksiyon fraksiyonu) tasiyor mu?
Baksa trombotik risk faktoru var mi?


Stent trombozu riski en fazla yakin zamanda multipl DES takildiginda gorulmektedir. Trombozun sonuclari stentin proksimal LAD (left anterior descending) veya sol ana koronerde oldugu durumlarda, distal stentlere oranla daha ciddi olacaktir. Hemoraji riski cok onemlidir. Risk dusuk ise ikili antipletelet tedaviye devam etmek mumkundur. Fazla kanayacak hastalarda kanamanin sonucu ciddi olacagindan klopidrogel gibi bir ajanin kesilmesi gerekir. Tienopiridin kesilecek ise, klopidogrel 7 gun, tiklopidin 14 gun once kesilmelidir. Bu oneriler trombositlerin ortalama 10 gun olan yarilanma omrune ve ajanlarin farmakokinetigine dayanmaktadir.
Cerrahi de onayliyorsa mumkun oldugunca aspirin perioperatif donemde devam etmelidir, zira kesilmesi akut koroner sendrom ve stent trombozu icin risk faktorudur. Aspirinin ciddi kanama komplikasyonuna yol actigi operasyonlar sadece intrakraniyal cerrahi ve transuretral prostatektomidir.
Antitrombotik tedavinin alternatifi konusunda fikir birligi yoktur. Nonfraksiyone iv infuzyon halinde heparin veya sc dusuk molekul agirlikli heparin (LMWH) kullanimi tienopiridin kesildiginde onerilmekle beraber etkinligi kanitlanmamistir. Heparin icin hedef aPTT degeri ya da profilaktik veya terapotik LMWH dozu icin kesin bir oneri yoktur. Akut koroner sendromda tedavi dozu LMWH’in (gunde 2 kere sc enoxaparin 1 mg/ kg) erken donemde yarar sagladigi INTERACT serisinde gosterilmistir. Ancak heparin tedavisi stent trombozundan korumamakta ve antiplatelet etki gostermemektedir. Ayriva heparin reboundu (nonfraksiyone heparin infuzyonunun ani kesilmesi ile gorulen hiperkoagulasyon) dikkate alinmalidir.
Daha yeni bir uygulamada da klopidogrel major cerrahiden 5 gun once kesilmekte, 3 gun once hasta yatirilmakta ve bir tirofiban (glikoprotein IIb/IIIa inhibitor grubu bir antikoagulan) ile beraber heparin infuzyonuna baslanmaktadir. Infuzyon ameliyattan 6 saat once kesilmektedir. Postoperatif 1. gun klopidogrel 300 mg yukleme dozu ile yeniden baslanmakta ve rutin idame dozunda devam edilmektedir. Aspirine ise ara verilmemektedir.
Ikili antiplatelet tedavi alanlarda trombosit infuzyonu yapilip, fonksiyonlarinin kabul edilebilir sinirda oldugu test ile kanitlanmadan rejyonel anestezi yapilmasi onerilmemektedir. 2003 ASRA rehberi trombosit transfuzyonu yapilmaksizin, klopidogrelin en az 7 gun, tiklopidinin en az 14 gun once kesilmesini onermektedir. Epidural kateterin cekilme zamani ve ilacin tekrar alinma zamani iyi dusunulmelidir. Ilacin kateter icin geciktirilmesi stent trombozu riski yaratabilir. Aspirin ve NSAID’ler epidural veya spinal anestezide spinal hematom acisindan ek risk getirmemektedir.

Acil non-kardiyak cerrahi gecirecek hastalar

SIGN 96 dokumani ivedi veya acil non-kardiyak cerrahide mumkunse ikili antiplatelet tedavinin devamini onermektedir. Ancak kanama riski fazla ise tedavi kesilmeli ve olabildigince erken yeniden baslanmalidir. Elektif cerrahide anlatilan kanama ve tromboz riski degerlendirmesi bu vakalarda da gecerlidir.
Cerrahinin kanama riski yuksekse veya noroaksiyel blok gerekliyse onceden trombosit transfuzyonu gerekebilir. French Health Products Safety Agency 2003’de konuyu incelemis ve su onerileri yapmistir (99, 100):
Invazif islemlerde trombosit sayisini >50.000/mikrolitre yapana dek trombosit transfuzyonu verin.
Standart hemorajik riski olan cerrahi icin trombosit disfonksiyonu yoksa trombosit sayisini >50.000/mikrolitre yapana dek trombosit transfuzyonu verin.
Norosirurji, gozun arka segmentini icine alan oftalmik cerrahi icin trombosit sayisini >100.000/mikrolitre yapin.
Spinal anestezi icin trombosit sayisini >50.000/mikrolitre, epidural icin >80.000/mikrolitre yeterlidir.
Trombosit transfuzyonu ile klopidogrel tedavisi trombosit aggregasyonunu maksimum %40-60 inhibe edecektir. Normal sartlarda 1 unite trombosit konsantresi trombosit sayisini en az 5.000/mikrolitre yukseltecektir. Verilen trombositin kantitesini tayin icin modifiye TEG sonuclarindan yararlanilmasi uygun bir strateji olabilir.
Hemoraji riski dusuk, stent trombozu riski yuksek ise antiplatelet tedavinin devam ettirilmesi ve onceden trombosit transfuzyonu yapilmamasi uygun olabilir. Bu durumda cross icin kan alinmasi ve muhtemel trombosit transfuzyonu gereksinimi icin onceden laboratuar ile gorosolmesi onemlidir. Ciddi kanama riskli hastada potansiyel strateji profilaktik aprotinin veya rekombinan faktor VII kullanimini icermektedir. Aprotininin CABG operasyonunda MI riskini arttirdigi gosterilmemis olmakla birlikte non-kardiyak cerrahide stent trombozuna etkisi calisilmamistir. Ortopedik vakalarda antifibrinolitiklerin kan transfuzyonunu azaltmasi ile ilgili calismalar da kisitlidir. Kontrolsuz kanamada rekombinan faktor VII kullanimi tartismalidir; retrospektif veriler etkinligini gostermis olmakla beraber muhtemelen non-hemorajik nedenlerle mortaliteleri yuksektir. Antiplatelet tedavi alanlarda kanama nedeni genellikle trombosit disfonksiyonu oldugundan trombosit transfuzyonu yapilmasi daha mantiklidir.

Klopidogrelin ameliyat sonrasi yeniden baslanmasi

Tienopiridinler ameliyat sonrasi kullanimlari guvenli oldugunda olabildigince erken yeniden baslanmalidir. Zamanlamaya cerrah, anestezist ve kardiyolog beraber karar vermelidir. Ilac baslanmasi postoperatif kanama riski azalana, takilmis kateterler cikartilana gerekirse oncesinde trombosit transfuzyonu yapilana dek ertelenmelidir. Oral alamayan hastalarda alternatif antiplatelet stratejiler dusunulmelidir. Klopidogrel yeniden baslandiginda maksimum trombosit aggregasyonu 3-5 gun sonra olacaktir; kanama zamani bazal degerin 1.5-3 katina 3-7 gunde ulasacaktir. Baslangic yukleme dozu olarak onerilen 300 mg’dir, ancak kardiyologlar etki balsama suresini kisaltmak icin 600 mg dozunu giderek daha fazla uygulamaktadir. 600 mg ile antiaggregan etki 2 saatte gorulebilmekte, 300 mg ile ise 6 saat sonra baslamaktadir. Stent trombozunun erken ortaya ciktigi dusunuldugunde erken tedaviye baslamak mantikli gorunmektedir. Ama avantaj ve dezavantajlar dikkate alinmalidir. Yuksek riskliler ile TEG’de MA’u uzamis hastalarda klopidrogel yukleme dozu yararli olabilir.

Postoperatif monitorizasyon

Klopidogreli erken kesilmis stent tromboz riski yuksek hastalar surekli EKG monitor izlemi ve duzenli kardiyolog muayenesi imkani olan yogun bakim unitesinde izlenmelidir. Izleme suresinin optimumu bilinmemektedir. Stent trombozunun erken postoperatif donemde oldugu dusunulse de daha gec vakalar da bildirlimistir. Antiplatelet tedavi yeniden baslanip etkinligi test edilene dek yogun izlemin surdurulmesinde yarar vardir.

Perioperatif stent trombozundan suphelenildiginde onerilenler

Belirtiler nonspesifik olabilir, gogus agrisi, nefes darligi, hipotansiyon, aritmiler, kardiyak arrest gorulebilir. Stent trombozundan suphelenildiginde hemen onlemler alinmali ve kardiyolog ile temasa gecilmelidir. Tromboz durumunda hasta girisimsel kardiyoloji unitesine transfer edilmelidir. Acil anjiografiyi takiben oncelik tikali stentin ve hedef damarlarin acilmasidir. Agresif antikoagulan, antiplatelet ajan (heparin, klopidogrel, aspirin, GpIIb/IIIa inhibitorleri) gerekebilir. Ancak yeni gecirilmis operasyon bunlarin kullanimini kisitlayabilir. Eger bu tur bir tedavi sartsa daha kisa etkili kucuk molekullu GpIIb/IIIa inhibitorleri (eptifibatid veya tirofiban) monoklonal antikor inhibitoru absiksimaba tercih edilmelidir.

SonucStentli hastalarda anestezist, kardiyologun tromboz korkusu ile cerrahin kanama korkusu arasinda dengeyi kurmada vital rolu oynar. Stent sonrasi hastada 1 yil icinde non-kardiyak cerrahi gecirme geregi varsa kardiyologlar DES yerine BMS yerlestirmeyi tercih etmelidir (4). Yakin zamanda stent yerlestirilmis hastada klopidogrelin kesilmesi guvenli hale gelene dek elektif ameliyat ertelenmelidir. Su anda bu hastalarin perioperatif idaresi ile ilgili yeterli veri bulunmamaktadir.